Yaşama Dokunan, Yaşamı Güzelleyen Bir Kadın;
Prof. Dr. Ayşe Yalın

Ünye’de filizlenen değerlerden biri olan Klinik Psikolog Prof. Dr. Ayşe Yalın’ın kökleri Haznedar Süleyman Paşaya kadar dayanıyor. O’nu anlatmak gerçekten çok zor; nereden başlamalı, hangisini detaylandırmalı, ne zaman sonlandırılmalı? Doğup büyüdüğü ve kendisini adadığı çocuklar için eğitim kurumu haline getirdiği Haznedar Anaokulu’nun ve yine kendi deyimiyle ‘Atatürk kokan’ odasında; yukarıdan gelen sesleri eşlik etti röportajımıza…

Başarılarını sıralamak oldukça zor, yaşamına dokunduğu insanların sayısından bahsetmek ise imkansız… İnsanı motive eden bu söyleşinin keyfini siz de sürün istedik. Buyurun yaşamı güzelleyen harika bir kadının hikayesine…

Ayşe Yalın kimdir? Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

1945 yılı Temmuz ayında Ünye ‘de doğdum, 11 yaşına kadar olan bütün çocukluğum Ünye’de geçti. Çok güzel çok keyifli bir çocukluk yaşadım. 11 yaşında TED Ankara Kolejine yatılı olarak gittim. Mezun olduktan sonra ilk yıl Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazandım ve bir yıl devam ettim. İkinci yıl tekrar sınava girdim ve Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümünü kazanarak eğitimimi orada sürdürdüm. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü ilk mezunlarındanım. Yüksek lisans ve doktoramı aynı bölümde tamamladım. Çok genç birbirinden değerli öğretim üyeleri tarafından eğitim almış olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum… Yüksek lisansımı tamamladıktan sonra Hacettepe Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ana Bilim Dalında 7 yıl çalıştıktan sonra çok kıymetli hocam Prof. Dr. Mualla Öztürk’ün daveti üzerine, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Bölümünde çalışmaya başladım ve oradan emekli oldum. 1999 depremi ve sonrasında 5 yıl UNİCEF ‘in psiko sosyal okul proje ekibinde görev aldım. Madalyon Psikiyatri Merkezinin kuruluş döneminde Bilimsel kurucu üyesi olarak çalıştım ve halen merkezde çalışmalarıma devam ediyorum. Ayrıca TED Üniversitesi Psikoloji Bölümü Yüksek Lisans programında yarı zamanlı öğretim üyesiyim. 1970 yılında mimar Berkay Yalın ile evlendim. Elif ve Osman adında iki evladım var. 14 yıl önce 29 Ekim 2008 yılında Haznedar Çocuk Yuvasını açtım ve zamanımın büyük bir kısmı burada geçiyor.

1999 depremi ve sonrasında 5 yıl UNİCEF ‘in psiko sosyal okul proje ekibinde görev aldım. Madalyon Psikiyatri Merkezinin kuruluş döneminde Bilimsel kurucu üyesi olarak çalıştım ve halen merkezde çalışmalarıma devam ediyorum.

Haznedar Anaokulu’nun sizin için çok özel bir anısı var. Doğup büyüdüğünüz evde, başka çocuklar büyütüyorsunuz. Bu okul size neler hissettiriyor?

Benim bir anaokulu açmak hep hayallerimde vardı. Babamı 1964 yılında kaybettik ve evimiz birkaç yıl sonra sadece yaz aylarında kullandığımız bir ev haline geldi. Zaman içinde eskidi, ben evi onarıp anaokulu açma düşüncemi kardeşlerime anlattım ve onların onayını alarak 2008 yılında evimizi anaokulu olarak açtım. Bu evin bahçesinde her zaman çocuk sesi ve kahkahaları olmuştur… Bu kahkahalar ve bu neşe hem devam etsin hem de çocukların temel eğitimine katkı olsundu dileğim. Burası kar amacı güden bir kurum değil, vakıf gibi çalışıyoruz, 40 çocuğumuz 13 personelimiz var; neredeyse bir kişiye iki çocuk düşüyor.

14 yıldır büyük bir keyifle, neşeli ve bir o kadar da mutlu çocukların yaşamlarına dokunmak, onların gelişimine katkıda bulunmak bana büyük bir gurur veriyor.

Ayşe Yalın nasıl bir anne oldu? Bu kadar işe hakim olup, çocuklarınızın büyüme süreçlerinde sizin de çıkmaza girdiğiniz, çözüm üretemediğiniz zamanlar oldu mu?

Tabii ki oldu… Sıkışmadan, zorlanmadan hiçbir şey öğrenilmiyor. Ben evde hiçbir zaman psikolog olmadım, bunu nasıl becerdim bilmiyorum. Çocuklarım beni ya kitap okurken ya da bir şeyler yazarken gördüler… Bir yandan yüksek lisans bir yandan doktora ve iş yaşamı insanı gerçekten çok zorluyor, ancak hem çocuklarım hem de eşim beni anlayarak bana çok yardımcı oldular… Çocuklarım yaşlarına göre yapabilecekleri şeyleri kendileri yaptılar örneğin elleri kaşık tuttuklarında yemeklerini kendileri yediler, kendi ayakları üzerinde durmayı ve bağımsız olmaya gayret ettiler. Eşim de çocuklarına çok düşkün bir babadır, benim yetişemediğim yerde destek oldu. Bu bir ritim, aslında çocuk yetiştirmek hem çok keyifli hem de onların özelliklerini tanıyıp ona göre tutumlarımızı geliştirebilirsek zor da değil. Biz hem o ritmi hem de onları belki de okuyabildiğimiz için çocukluklarında psikologluğuma hiç ihtiyaç duymadım.

Annelikte güzel doğrusu…

Çocuk yetiştirme konusunda psikologların birçok farklı görüşü ile karşılaşıyoruz. Özellikle şimdiki çocukları gözlemlediğinizde ailelere öneriniz ne olur?

1972’den beri yaklaşık 50 senedir, çocuklar ve aileleri ile çalışıyorum. Şimdi size saysam en az 5-6 anne baba tutumundan bahsedebilirim. Benim için özellikle iki tutum, çocukların gelecek yaşantısını ipotek altına alan tutumdur.

Bunlardan birincisi; çok başarılı, tanınan, çok iyi bir meslek sahibi olsun, hatta benim yapamadığım her şeyi yapsın, düşüncesini içeren yetiştirme biçimidir ki, orada katı kalıplar, keskin sınırlar, çok zorlayıcı beklentiler, yüksek hedefler vardır. Hiç bir özelliği dikkate alınmamış, tanınmamış, okunmamış bir çocuk… Düşünsenize, her yaptığı eleştirilen, doğrumu yaptım, yanlış mı yaptım kaygısı yaşayan bir çocuk ve aferin için çırpınan bir çocuk, tüm gayretlerine karşın takdir görmeyen bir çocuk, onu nasıl bir gelecek bekler acaba?

İkinci tutum tam tersi zıddı bir tutum. Çok hoş görü, sınırsız vericilik, çocuktan hiçbir şey beklememek… Beklenti sadece başarı, o iyi olsun biz onun için her şeyi yaparız tutumu. Konfor içinde büyüyen bir çocuk. Psikoloji kavramlarında bu tutum içinde olan anne babalara ‘helikopter anne babalar’ denir. Neden? Çünkü acil durumlarda havaalanına hiç ihtiyaçları yoktur, her yere rahatça inerler ve anında gerekeni yaparlar.

Her iki tutumda yetişen çocuklar, kanımca yetişkin olduklarında kendi istedikleri başarıyı, yaşamı yakalayamayan yetişkinlere aday çocuklardır.

Benim önerim eğer kabul görürse anne ve babalar çocuklarını çok iyi izlemeliler ve onların mizaçlarını iyi tanımalılar ki  kişiliklerinin gelişimde onlara, onlar adına rehberlik yapabilsinler.

1999 Marmara depremi sonrası UNİCEF_MEB tarafından hazırlanmış psikososyal okul projesinde, eğitici ve danışman olarak görev aldınız. Deprem birçok yaralar açtı. Sizin de bu süreçte  zorlandığınız zamanlar oldu mu?

1999 depremi benim hayatımı çok etkilemişti. Deprem ve sonrası yaşadıklarım benim suratıma bir şamar gibi indi. Neden? Yaklaşık 5 yıl boyunca deprem ve ilgili projelerde çalıştım, orada yaşadıklarım bana çok şey öğretti. Birincisi, her yaşta, her zeka düzeyinde ki insanın farklı yollar kullansalar bile, duygularını çok güzel ifade edebildiğini öğrendim. İkincisi insanı ayakta tutanın umut olduğunu, çaresizliğin ve geleceğin ne getireceğini  bilememenin, insanın yaşamını sürdürmede ne kadar zorlayıcı bir şey olduğunu öğrendim. Size depremde yaşadığım bir anımı aktarmak istiyorum. Küçük bir çocuğun yaşamı adına bir çare arayışı için bence çok etkileyici bir örnek. Bölgede çalışmalarımız aşağı yukarı akşam saat 7’ye kadar sürer sonra kampımıza gelir çadırımızın önüne kurduğumuz soframızda yemeğimizi yer, hem de günün değerlendirmesini yapardık. Küçük bir kız çocuğu her akşam çadırımızın etrafında dolaşıyordu. Bir akşam tam yemek yerken yanıma yanaştı ‘sen bana galiba bir şey söylemek istiyorsun’ dedim, evet der gibi başını salladı. Bazı geceler, bizim kampın dışından tanımadığı kişiler gelip onu ya korkutuyor yada ona dokunarak rahatsız ediyorlarmış. Küçük bir çocuk, henüz 8 yaşında, bana çaresizliğini ne yapacağını bilmediğini ve ne kadar zor durumda olduğunu anlatmıştı. Bana deprem, toplumsal çalışmalara katılmam için bir ışık oldu ve toplum sağlığı benim yaşamımda önemli bir sıraya geçti.

Türk Psikologlar Derneği, UNİCEF_MEB önderliğinde Psikososyal Okul Projesi, Aile İçi Şiddet, Haydi Kızlar Okula, Çocuk Dostu Okullar gibi projelerde çalıştım.

Gelelim hep en merak edilen konuya. Sizin de merkez kurucu üyesi olarak çalışmalarınıza devam ettiğiniz Madalyon Kliniği özellikle Kırmızı Oda dizisi ile gündeme damga vurdu. Gülseren Budayıcıoğlu’nun eserlerinden yola çıkarak bir çok dizi yayınlandı. Kırmızı Oda’da psikolog olarak görev yapan ‘Ayşe’ karakteri siz miydiniz?

Hayır, Ayşe ben değildim. Orada ki psikolog Ayşe genç bir psikolog, ben Madalyon kurulduğunda emekli olmuştum, isim olarak belki esinlenilmiş olabilir.

Diziler, çok övgü kadar eleştirilere de maruz kaldı. Sizin düşünceniz nedir?

Gülseren hocanın 5 kitabı film oldu. Tabii ki hem eleştirilecek hem övülecek. Aksi mümkün değil. Reytingleri bu denli yüksek olan dizilerin her türlü eleştiriye açık olması gerekir. Ancak eleştiri, içinde hakaret, küçümseme, aşağılama içermiyorsa çok iyi bir şeydir. Ben memnun olurum eleştirilmekten. Çünkü sizi daha iyisini yapmaya sevk eder. Sizin kendinizi görmenizi sağlar. Övgü de yerinde yapılırsa iyidir. Övgünün de fazlasını şüphe ile karşılamak lazım. Ben de takip ediyorum ancak Gülseren hoca ve ekibi zannediyorum her türlü eleştiriyi sağduyu ile değerlendiriyorlardır.

Ünye’de doğup büyüdünüz. Çocukluğunuzun Ünye’si ile şimdiki Ünye arasında nasıl bir fark var…. O zamanlara dair özlem duyuyor musunuz? 

En çok neyi özlüyorum biliyor musunuz. 51 sene sonra döndüm Ünye’ye, bir sonbahar günü hafif yağmur çiseliyordu ve birden kıymalı pide kokusu duydum, o koku beni tam 70 yıl önceye götürdü. Ünye’de Pazar günleri saray caddesinden aşağıya elimde pide içi hazırlanmış kapla Gün fırınına giderdim. Kaplar sıraya girer, herkes sırasını bekler, pidesini alan; bekleyenlere giderken tadımlık pide verir giderdi. Büyük olasılıkla pidelerin biraz fazla yapılmasının nedeni göz hakkını dağıtmak içindi. Çocukluğum da ben evden çıkar kendi başıma Çakırtepe’ye çiçek toplamaya giderdim. Beni gören komşular ‘Aaa Ayşe gelmiş, aç mısın kızım? der, ekmek üstüne neleri varsa sürüp verirlerdi. Terledin mi der su verirlerdi. Tek başıma dolanırdım sokaklarda, kimse beni rahatsız etmezdi. Nüfus arttıkça tabii ki değişiyor bunlar. Sosyal yardımlaşma da farklıydı. Fuat eniştem anlatırdı; babası bayram sabahları ceplerine para koyarmış, camii önünde ki fakirlere versinler diye. Paylaşmayı, yardımlaşmayı, dostluğu, temel güven duygusunu o yaşta öğrenmeye başlıyorsunuz. Bu ne kadar önemli, şimdi bunları göremiyorum. Ünye’nin bana öğrettiği başka bir şey daha var. Biz burada farklı kültürleri beraber yaşadık, bilmedik kim kimdir, hepimiz çocuktuk. Rum’u, Gürcüsü, Laz’ı, herkesin eli var üzerimde ve ben bunun için hepsine minnettarım. Gelişmeyi durduramayız, keşke 1970’ lerde ki gibi kalabilseydi Ünye. Asıl korumamız gereken şey kültürümüz ve değerlerimiz, ben bunları yitirdiğimizi düşünüyorum, tabii bu benim kişisel görüşüm.

Biz burada farklı kültürleri beraber yaşadık, bilmedik kim kimdir, hepimiz çocuktuk. Rum’u, Gürcüsü, Laz’ı, herkesin eli var üzerimde ve ben bunun için hepsine minnettarım.

Peki burada gerçekleştirmek istediğiniz projeleriniz var mı?

Ünye’ye geldiğimde en büyük hayallerimden biri de, Ünye’nin bilimsel kongreler merkezlerinden biri olmasıydı. Ünye’de uluslararası bir kongre de yaptım ‘Uluslararası Çocuk Koruma Kongresi’. Ancak kongreden 10 yıl önce bir grup öğretim üyesi arkadaşımı Ünye’ye davet ederek ‘Çocuk Koruma Merkezleri’nin, üniversitelerin bünyesinde kurulması için eğitim materyallerinin hazırlanması ve yönetmeliğinin yazılması çalışmasını yaptık. Aşağı yukarı 9 yıl yaz tatilleri hariç her ay ülkemizin çok kıymetli öğretim üyelerini Ünye’ye davet ederek halka açık konferanslar ve paneller gerçekleştirdim. Ben Ünye’ye, geldiğim bu şehre ‘vefa borcumu ödemeye geldim’ diye yazmıştım. Ödemeye çalıştım kendi çapımda ve üzerime düşeni yaptım ve yapmaya devam ediyorum…